1 Aralık 2012 Cumartesi

komşum açken tok yatıyorum.

cuma akşamını cumartesiye bağlayan gece tüm komşularım sarhoş olabilmek için aç aç dışarlarda bir yerlerde içerlerken ben, çorbama limon sıkıp televizyon izledim. biraz sonrasında da uyuyakaldım. komşularım hakkında bildiğim her şey benim tahminlerime dayanıyor. kaldı ki komşuluk diye bir şey yok apartmanımızda. ölsek kokumuz onları rahatsız eder, ölümüz bu şekilde bulunur. bizim öldüğümüzden ziyade de bu güzide apartmanı kokuttuğumuza kızarlar sanıyorum. arkamızdan söylenecek şeyleri duyar gibi oluyorum. "aman dirilerinden zaten bir hayır gelmiyordu, ölüleri de her bir yerleri kokuttu." 

apartmanımız sakinlerine buraya taşındığımız günden beri isyan eder dururum. üşüyorum ben, üşüyorum! kalorifer açın, kalorifer! biri şu gerizekalı ali'ye söylesin de topu tutsun, topu! en olmadı ata baksın, ata!
tüm bu isyanlarım sonuç vermedi hiçbir zaman. kira bedeli kadar aidat ödeyip üşüyoruz hala. neymiş efendim ablalar ipek gecelikleriyle gezebilsin diye aylık maaşımızın 1/4'ünü aidat ismi altında bunlara kaptırmamız lazımmış. üzücü olan kısımsa cayır cayır kalorifer yansın, kızlar gecelikle gezebilsin diye verilen tüm aidatlar sonucunda elde edilen tek şey daha çok üşümek. üzücü tabi.

bu kadar rahatına düşkün insanlarla yaşıyor olunca da insan hiç endişe etmiyor. ulan komşular aç mıdır? bir iki fındık fıstık atsak mı demiyorsun haliyle. oturup kendi halinde semiriyorsun. komşular semirmemizden de hoşlanmıyor üstelik. onlar nasıl uyuyor bilinmez ama benim tok yatmam onları rahatsız edebiliyor. mesela bir tanesi var beni her gördüğünde "aman çocuğum aman bir daha o verdiğin kiloları alma olur mu?" diye soruyor. ben de tamam diyorum ama sonuçta sanane. sen akşam etleri butları lömbür lömbür yiyip beni düşünmeden yattığında ben sana bir şey diyor muyum teyze? elalemin işine gücüne ne karışıyorsun teyze? sana illa hayvan gibi bağırmak mı lazım, kendi işine bak teyzeeee diyor muyum ben? hayır demiyorum. lütfen herkes kendi işine baksın. olur da o arada ölürsek de kokumuzla yaşamayı öğrenin. 

ben giderim kokum kalır, komşular beni hatırlasın.

2 Ağustos 2012 Perşembe

hava nasıl olursa olsun benim havam batsın.

bu yazımda tatilde olmamanın verdiği dayanılmaz ağırlığın üstümde yarattığı fillerden bahsedicem. üstümde oturan fillerden kendimi sıyırabildiğim miktarda evime doğru kaçmaya çalışırken, iş yeri sınırlarından çıkış anlarımda evime gidip önce üstüme rahat bir şeyler giyip arkasından molotof kokteyli içip havaya mı uçsam yoksa potasyum klorid içip ölümlülüğümle tanışsam mı diye düşünmeye başlıyorum. bu düşünceler eve kadar devam ediyor. eve geldiğimdeyse cola zero içiyorum.

madurum madurum diye kendimi yırttığım onca süre boyunca aslında hiçbir şeyin değişmediği ve maduriyetimin sona ermediği gerçeğini tarihin tekerrüre doğru kaykılmasıyla anlıyorum. kaykılmasa benim istemediğim bir taraflara bir tarafları şişerdi zaten. hiç şaşırmadım. matematik düşmanım, coğrafya ciğer acım, iyi bir arkadaş olarak bildiğim tarihse katakullilerle dolu bir ikiyüzlüye dönüştü bugünlerde iyice.

sonunda idrak ediyorum ki maduriyetimi kime, neye, hangi talihsizliğe, hangi şerefsizliğe veya kimin bana doğru olan kaykılmasına veya kimin benden ne tarafa kime kaçısına bağlarsam bağlayayım gerçek değişmiyor. kendimin en iyi dostu benim ve ben kendi başıma gelen en büyük talihsizliğim. içten yanmalı olarak devam ettirdiğim hayatımda mutluluk hissini 6 ay devam ettirebilirsem mutluluktan ölücek gibi olup daha çok gencim ölmeyeyim ben diyip mutsuzluğa doğru kaykılıyorum bu sefer. kaykılacak yerlerim ağrımadı gitti.

her şeyin tam tersine döndüğü o "an"ı her seferinde bir önceki seferden tanıyıp müdahele edememekse, insanlığın acizliğinden başka bir şey değil. bir arkadaşıma göre insan şekillenebilen bir canlı. bazılarına göre insan değişmez, olduğu gibi kabul edilmeli. bir diğer gruba göre ise insan hatalarından ders alabilen bir canlı. bana göreyse insan canlı değil. eğer o canlı ise bu koku neden? bu kokunun kaynağı bu canlı dediğimiz yaratıklarsa bence bunlar ölmüş. dolmuştaki otobusteki kokuları izah etmenin başka yolu yok. hepimiz ölüyüz ve çoktan kokmuşuz ki bu da bana şu lafı hatırlattı " dün boktun bugün koktun." oysa ki çoktan kokmuşuz. ben kendimi bildim bileli bu insanlar kokar durur. kokmayın abiler bünyemde yeşil dev hissi yaratabilersiniz. (burayı ablama armağan ettim)*

bunca sene kahrımda kaybolucam diye dinlediğim onca şarkıyı düşünüyorum. tekrara alıp aylar boyunca bazen bir sene boyunca durmadan yalnızca ve bir tek dinlediğim o şarkıları bile kaybettim zamanla ama kendimi kahrımda kaybedemedim. her aha kayboldum dediğimde iyileşip aynı yükleri edindim kendime. madur veya değil, kendimi bir tatil beldesinde kaybetmek istiyorum. canlı dediğimiz bu insanları ip marifetiyle boğup, aynı hamamın aynı tasıyla dövüp, tüm dertlerimden arındığım o denizlere atayım istiyorum. bu da bana yetmezse "bir güzellik yapsana gece bende kalsana kitabına uydur gel uysa da uymasa da" diye devam eden o şarkıyı bir kitle imha silahı olarak kullanıp en az 3 nesli yerle bir etmek istiyorum. ben aslında çok küçük ve basit şeyler istiyorum. ankara'ya döndüğüm an hava bozmasın istiyorum. ağustos 2'de havası kapalı olan bir şehirde olmamak istiyorum. sevmediğim insanlar ölmeseler de bir şekilde gözümün önünden süresiz yok olsunlar istiyorum. malulen emekliye ayrılmak istiyorum. tembellik etmem için maaşa bağlanmak istiyorum. ne istediğimi bilmediğimi düşünenlerinse bokunda boğulmalarını istiyorum.

herkesten ve her şeyden nefret ettiğim şu günlerde, yazarken bile iğrendiğim bu yazıyı burada noktalamak istiyorum. noktaladığım yeri bazukayla havaya uçurmak, uçuşan parçalarını sapanla vurmak istiyorum. iyi günler her nerde yaşıyor ya da yaşatılıyorsanız!

11 Temmuz 2012 Çarşamba

dünün orjinali bugünün madurlarına gelsin...

bugün sabah çok erken uyandım, her sabah yaptığım gibi. işe gelmek için hazırlanırken, "evren" bana "bir mesajınız var" dedi. camı açıp dışarı doğru eğildim. eski sevgilimin yavuklusundan geliyormuş. mesajı alıp almamakta tereddüt ettim. işe geç mi kalsam, mesajı mı alsam?

sabah sabah niye evren benle oyun oynuyor diye düşündüm. üstelik sabahın bu saatinde neden uyanmıştı ki bu insan? çalışmayıp evi baştan sona doksan ikinci kere temizlemek için mi yoksa işe gidecek olan kocasına kahvaltı hazırlamak için mi? çünkü hepimiz çok iyi biliyoruz ki istenilen hayat tarzı buydu, benim beceremeyip topuklarım götüme vura vura kaçtığım... her neyse en iyisi bunları düşünürken işe geç kalacağıma bari mesajı dinlediğim için işe geç kalayım dedim.

ben senin bildiğin kızlardan değilim demediğim için bir oyunu kaybetmiş olan ben, kim bilir neler dinleyecektim? ben senin bildiğin kızlardanım sevdiceğim. telefon etmezsen kızarım, gözümün içine bakarak konuşmazsan trip atarım, sevgi göstermezsen dünyayı dar eder, victoria's angels'dan daha güzel olduğuma inandırılmazsam bir kitle imha silahından daha tehlikeli olabilirim demediğim için onca zaman cezalandırılmış olan ben, kim bilir neler neler duyacaktım az sonra.

sonunda penceremi ardına kadar açtım. işte geliyordu... senin bildiğin kızlardan olmayan bir zamanlar ki sevgilin şuanki karının bana mesajı: yerleri paspaslıyorum, memelerim dizime değdi, bazlama yaptım yinmi? ... her şeye rağmen o benim!

işte o zaman kariyerimi araç değil amaç edindiğim için içim rahatladı. üzerimi giyindim, saçlarımı taradım, kulaklığımı takıp ayakkabılarımı giydim. işe doğru yola koyuldum. bu sefer "evren" bana başkalarının değil kendini mesajını iletiyordu: şimdi kaçıp kurtulduğuna mutlu değil misin? o zaman az mı küfrettin bana nemrudun kızı, şimdi benden özür dile!

buradan evren'e özrümü, tüm kral tv çalışanları ve tüm kral tv sevenlerine sevgilerimi yolluyorum. mısır'da ölüp miras bırakmasını beklediğim büyük büyük amcama acele etmesini söylerken, tüm ailemi: annem, babam, ablam, ölmüş olan akrabalarım, ölmemiş olan akrabalarım, içimde gizli tutmaya çalıştığım akbabalarım sinsiliklerim, kaynım, kaynatam ve ramazan dolayısıyla thy'a bağışladığım kuzenlerimi çok çok öpüyorum.

P.S: kimsenin üstüne alınmasına gerek yok, tamamen ayşe arman lüzumsuzluğuyla yola çıkarak yazılmış bir yazıdır. tüm sevenlerime duyurulur.

26 Haziran 2012 Salı

you won't be laughin' when i'm not around... i'll be ok.

aşağı yukarı herkesin hayatında ulaşamayacağını bildiği ama hiçbir akıl ve mantığın alamayacağı derecede kendisinin "bir şeyi" olduğuna inandığı insanlar olmuştur. çoğu durumda -normal insanların durumunda- bu insanlar ünlüler olur. ben her zaman her şeyde olduğu gibi bunda da sentez yapmayı tercih ettim.

bir hollywood yıldınızını sevgilin zannetmek, üstüne onu bir de ablandan kıskanmak veya başka bazı durumlarda da onları ailenin bir parçası olarak görmek. ablam michael jackson'ı abisi zannederdi mesela. öldüğünde abim öldü diye çok ağlamıştı. bir sürü insan için michael jackson hayatlarında yer tutan bir kişidir. yaklaşık 3 jenerasyonun hayatında önemli bir yeri vardır. birçok normal şartlarda oturup 10 dakika sohbet edemeyecek insanın birbiriyle ilişki kurmasına yardımcı olan ortak noktadır o. kimisi klibini, kimisi şarkısını, kimisi haklı mücadeleleri hakkında fikirlerini anlatırken normal hayatlarında asla konuşmayacakları insanlarla arkadaş olmuştur.


benim durumumda ablamın abisi olduğuna göre, herhalde benim de bir şekilde akrabam diye bakarak tanıştığım; daha sonra da ablama hak verip 3 kardeş olduğumuza beni inandıran adamdır michael jackson. oyunları, oyuncakları, hikayeleri, efsaneleri benim kadar seven neverland'de yaşayan biriydi neticede. besbelli bir şekilde kan bağımız vardı. zombilerle dans edip göbek atan bir adamdı nur içinde yatsın. apaçık ortada bu adamla ben bir şekilde bağlantılıydık. onca ameliyatı olmadan önce onun da patlıcanı andıran bir burnu vardı; belli ki ablam haklıydı. bu adam hiç tanımadığımız ve ileride trilyarlarca miras bırakacağına inandığım mısırdaki amcamızın oğlu filan olabilirdi belki.

daha önce bir yazımda da anlatmıştım. çok sevdiğim bir arkadaşım ben yalnızlığımdan dem vurup dertlenirken şöyle demişti: "bir de michael jackson'ı düşün, hiçbir zaman ondan daha yalnız olmayacaksın." öldüğü gün ve o zamandan bugüne geçen bu 4 sene içerisinde bazen ölüm yıldönümlerinde, bazen de yalnızca şarkılarını dinlerken sık sık bunu düşündüm. hiçbir zaman o kadar yalnız olmayabilirim ama en azından artık onun da o kadar yalnız olmadığını bilirken içim daha rahat. mahkeme dertlerinden, sağlık problemlerinden, yaptığı her hareketinin eleştirilmesinden ve yanlış anlamalardan uzak, istediği her yere paparazzi engeline takılmadan girip çıkabileceği başka bir hayata başladı. elizabeth taylor ve kaybettiği birçok arkadaşı, normal şartlarda çıkıp buluşup karşılıklı oturup 2 bira içemediği birçok tanıdığıyla birlikte rahat rahat geziyor olabilir artık.

geride bıraktığı insanın içini ısıtan gülümsemesi, rekorlara imza atan albüm ve klipleri, içimize yer eden şarkıları, insana kendini evinde hissettiren masum varlığı ve çocuksu ruhunu özleyerek bir sene daha geçirdik. seni seviyoruz çocuk.


19 Haziran 2012 Salı

bodruma da gittik beraber ama kemere mi gitseydik? aslında çeşme de olabilir miydi ki? kaş da mı çok güzelmiş? ney vadisiydi o senin bahsettiğin ona mı gitseydim?

yaz tatilim 3 aydan 1 haftaya düştüğünden beri tatil öncesi, tatil anı ve tatil sonrası olacak şekilde dursuz duraksız endişeler yaşıyorum. tatilimin amacını zihnimde bir türlü oturtamıyorum. tatilde sürekli yatar, uyur, yüzer dinlenirsem ve yaşadığım lanet şehre döndüğümde kafama sıçayım neden içip içip evin yollarını bulamayana kadar eğlenmedim ki teeeyt diye pişman olursam endişesi var bir amaç belirsizliği olarak ortaya çıkabilecek; bir de içip içip sabahlar olmasın diyerekten eve dama uğramayıp denize girip 1 damla güneş göremeden tüm gündüzleri uyuyarak tüm akşamları belde faresi gibi tipidi tipidi koşturarak geçirirsem ama aslında vücudumun dinlenmeye ihtiyacı olduğunu anlarsam tatil bitiminde endişesi var diğer bir yanda da. bu ikisinin ortasında da gündüz denize girip günlük aktivitelerin peşinde koşarken, hiç ara vermeden akşam aktivitesine başlayıp hiç uyumadan tüm tatili geçirip dönüşte patronun üzerine ölmek diye de bir şey var. patronun hııı pis saçıma da geldi hamlesi sonrasında yeri öpmek de cabası.

tatilimi nasıl geçirmek istiyorum kararsızlığı esnasında uyurken uykundan suçluluk duymak, uyumazken uyumamaktan suçluluk duymak, evdeyken evde olmaktan dışarıdayken dışarıda olup evde yayma yapmamaktan suçluluk duymak insanı çalıştığı dönemden daha çok yorabiliyor. tatilde tatilimi en verimli şekilde geçiremezsem korkumdan bitap düştüm durumu denir bu duruma.

bu tatilimi nasıl geçirmek istiyorum kararsızlığından önce de, bu tatilde ne yapmak istediğime karar vereyim ki ona göre hangi tarihte nereye gitmem gerektiğini ayarlayayım çilesi vardır. "aslında çok yoruldum ben, bilmem nereye gidip yaysam dinlensem iyi olucak. artık vücudum istiyor dinlenmeyi" diyip, 3 saniye sonra "aman yatıp uyuyacak olduktan sonra neden izin günümü kullanayım işten gelince uyurum, nereye gideyim de kudurayım acaba? insanlar temmuzda mı orada olacak yoksa agustosta mı?" gibi problemler de çıkmak için kapıda beklemektedirler.

tatil öncesinde yer ve zaman, tatilde amaca uygun verimli tatili yapabilip yapabilememe sıkıntısı yaşandıktan sonra sıra gelmiştir tatil sonrası buhrana. tatil bitip eve dönünce, o bavulu bir türlü boşaltamayınca, sürekli yorgunluk hissedince - ki bu asla bulunmak istemediğiniz o şehre yine dönmüş olmanın verdiği mutsuzluk yorgunluğudur- başlar pişmanlıklar. "öyle dana gibi yemeden, uyumadan gezip tozup içmesem şimdi bu kadar yorgun olmayacaktım. nasıl gidicem ben yarın işe yaaa?" hali vardır. bir de "he tüm tatilde inek gibi ığıl ığıl yattın da nooldu? gene uykun var gene uykun var, bünyesine kibrit suyu tükürdümün beni..." diyerek söylenmelere devam etme hali vardır bir de. ikisi de birbirinden güzeldir.

çılgın eğlenerek veya yayarak da olsa amacı stresten uzak durup gevşeyerek, dinlenmenin tadını çıkarmak olan tatil bir adet kararsızlıklar sonucu kafası kesilmiş tavuk gibi bir o yana bir bu yana koşturma haline dönüşür. tatil öncesi, tatil anı ve tatil sonrası travması olarak 3 şekilde yaşanıp insanı iyiden iyiye daha çok yorar ve iğrenç şehrinize döndüğünüzde yorgunluğunuz ve mutsuzluğunuz ikiye katlandığından her şey tatile gitmeden öncesinden daha yorucu görünür gözünüze. iş hayatı başlamış olan insanın tatil hali budur işte. stresten kaçabilmeyi garantileyebilmek adına stresin kralını yaşamak, endişeden kaçayım derken panik ataklara gark olmaktır. işte tatil böyle bir şeydir. allahuekber wuuuhuuu!

1 Haziran 2012 Cuma

Devlet Baba'dan bizi Doğa Ana mı kurtaracak?

Dönem öksüz yetim dönemi. Hali hazırda doğmuş büyümüş ( anneli-babalı üstelik) iyi de yetiştirilmiş bir çocuk olarak ben bir sürü şeye dertlenebilirken, devlet bir travma sonucu dünyaya gelmesi planlanan geleceğin potansiyel suçlu çocuklarını istemedikleri bir hayata dahil etmeye çalışıyor. Dünya kendi ideolojilerini zorunlu tutmaya çalışan bu insanlar varken zaten yeterince çirkin, sefil, mide bulandırıcı, iki yüzlü, katakullici bir yer değilmiş gibi bu dünyaya birçok travmatik çocuk getirtip bir de onları kendileri gibi yetiştirmeyi planlıyor. Bugün bu dertlerden muzdarip iken bundan 20 sene sonra sokakta bir tane normal insan kalmayacak. Neden? Çünkü bütün çocukları devlet yetiştirdi. Kim bu devlet adı altında çocuk yetiştirecek olan zatlar? Hepsi olmasa da çoğu hırsız, sapkın zihinli, tecavüz yanlısı, kadının onurunu ayaklar altına almayı birinci vazifesi edinmiş, dolandırıcı ve ciğeri beş para etmeyen diye tanımlanabilen, helal süt dağıtılırken komşu kızın eteğini açmaya çalıştıklarından helal süt emmeyi kaçırmış insanlar.

Bizi konunun sadece kürtaj olması için can bile atabilecek kıvama getirmiş olan bu insanların esas amacını da merak etmeden duramıyorum. Acaba dünyanın kara parasını aklanırken kürtajla mı oyalanıyoruz? Ya da şuanda kim bilir kaç bin tane şehit veriyoruz da üstünü örtmek için bebek cinayetinden dem vuruyorlar? İktidarın hangi seks kasedi veya hangi hırsızlığı çıktı ki, konu çözümlenene kadar doğal haklarımızın doğruluğundan şüphe ettirilmeye çalışıyoruz? Acaba hangi ülkenin himayesi altına sokulmaya çalışırken gizli gizli, bizi uyutmak için bu konuları ısıtıp ısıtıp önümüze getiriyorlar.

Kim doğurmuş yahu bu insanları? Hiçbir anne evladını böyle yetiştirmez benim bildiğim. Şeref ve vicdandan, empatiden ve insanlıktan eser olmayan sizleri hangi anne doğurdu bilemiyorum ama hangi devlet yetiştirdi de saldı başımıza? Olmaz olmanın eşiğinden ülke olarak tek ayağımızı geçirmişken, %80'lik bir kesim işsizlikten doğurmuş olduğu çocuğu beslemek için ekmek süt çalacak hale gelmişken, karnını doyurmak için başkasının malına muhtaç olmuş bunca insan varken, çoğunun tek gözü toprağa bakarken ve onların hayat standartlarını düzeltmek için hiçbir şey yapılmazken... doğmak istemeyen çocukları doğurtmaya çalışan, doğurmak istemeyen insanları o bebekleri dünyaya getirmek zorunda bırakan, bir de kendi gibi yetiştireceğini bastıra bastıra söyleyen bu insanlar kim? Adettendir diye insan diyorum ama dediğimden kendim utandım. İnsan diyemediğimiz bu canlılara devletimiz diyoruz. Buna ziyan demiyorsak ne diyoruz?

Çiftçisine " ananı da al git " diye bağıran başbakan, zorla anne olmak mecburiyetinde bıraktığın o kadınları ve bakmayı iddia ettiğin ve bakmayacağın o çocukları nereye yollayacaksın? Çok inandığın o Tanrı seni cehenneme yollamayacak mı?

Güle Güle git. Gidişin olsun, dönüşün olmasın!

25 Mayıs 2012 Cuma

erken kaçan yol alır.

herkes erken kalkan yol alır zanneder ama bunca yıldır sabahın köründe uyanırım, daha bir gün birkaç saat içinde bir kemerde, bir kaşta, efendime söyliyim bir bodrumda olduğum olmadı. uyan dur sonuçta ankaradasın. 25 senedir gidemediğim şehirden erken kalkıp kaçamayacaksam niye uyanıyorum lan ben?

ankara gece hayatında bir new yorker edasında gezmek diye bir şey var. her allahın sabahı dün ne biçim içtik oluuumm, dün ne biçim eğlendik haaa diye geçen konuşmalar neticesinde zannedersin ki bir manhattan sokaklarını arşınladık, arşınlarken de bir sex and the city içkileri devirdik. tanımadığım birinin dediği gibi: aşağı yürürsen sakal yukarı yürürsen sekans gittik geldik, laplaplap bira içtik.

kısır döngünün kısırı çok kalorili diye hayatımdan çıkardığımdan beri döngü içerisinde bir yarış faresi gibi koşturuyorum. düşmez kalkmaz bir allah ve kaç kaç bitmez bir ankara eşliğinde hayatıma devam ediyorum. döngüm içten yanmalı, kibariyem içten fırlamalı bir şekilde geziyorum ankara sokaklarında. ara ara devrelerimin yandığını söylüyorlar ama benim devreler yıllar evvel tahliye oldular, teskere aldılar kimsenin haberi yok.

24 Mayıs 2012 Perşembe

yarama tuz değil, acısız dürüm bas ey sevgili!

ölür müsün öldürür müsün yıllardır insanları arada bırakan bir soru olarak sürdürmüştür varlığını. sinirlenmeye bağlı olarak insanın zihninde belirir. mesela biri üzerine balta ile koşuyorsa cevap bellidir, ölürsün. veya iş yerindeysen yapman gereken işi yaptıysan, sonra biri gelip üstüne çay döktüyse cevap diğeri kadar bariz olmasa da aşağı yukarı bellidir. azıcık delirmiş isen öldürebilirsin. ya da bir akşam evini bir grup seri katil basmıştır. seri bir şekilde gelip çok seri bir seni ve aileni öldürüp gidicez demiştir. sonuç ortadadır. aileni öldürürse, onları öldürürsün, tabi talihli günündeysen. yoksa öldürülürsün muhtemelen.

hayat insanı çok can sıkıcı şeylerle karşılaştırabiliyor. hiç unutmam hiç durmadan kavgayla geçen bir 5 ayın ardından, gece saat 3'te arayıp benle kavga etme isteğini dile getirdiği gibi şarlamaya başlayan sevgilimin 3. cümlesinde artık yaşamanın manasız olduğunu düşünmüştüm. ölür müsün? memnuniyetle. bir grup seri katil olmaması tercih sebebi olmakla birlikte, allahını seven üstüme acısız ölüm atsın durumudur bu. eğer kavgayı atlabilirsen de acısız bir adana dürüm iyi gidebilir tabi. yarama tuz basmayı sevmediğim gibi, yarama dürüm, makarna, pizza gibi besinleri basmaya bayılırım. acıya birebirdir.

acıya yemek basmak, acı sonucunda birinin memesine basılmak, kendini içkiye basmak, şişmiş gözlerine çaylı pamuk basmak, alışveriş yaparak ekonomine sekte vurmak... bunlar kişinin ölmek ve öldürmek arasında kaldığı durumlarda başvurduğu yollardır.

zaman içerisinde fark edersin. bir zamanlar hayatında bulunmak isteyip de bulunamadığın insanın özlemi yüzünden kendini foseptik çukurlarında boğuluyor sanırken, başkasının foseptik çukuruna düşmekten son anda kurtulmuş olduğun için serin sularda yüzüyor olduğunu anlarsın. anlarsın çünkü anlamak kolaydır. aslında bu hiçbir zaman anlamakta zorlandığın bir şey olmamıştır ama bilirsin ki sen iyi bir gözlemci değilsindir. anlamak kolay ama görmek zordur. özlemine korku filmi eşliğinde yoğurtlu makarna basar, yoluna devam ederken de buz gibi zero'nu yudumlarsın. (her türlü sponsorluğuna açığım bebişim, her ay 1 koli zero'ya bile tav olabilirim.)

her durumun bir yeter zamanı vardır. yeter geldiği zaman artık dürüm basmazsın yarana. makarna basmazsın. tuz basmazsın. kabuğunu oynayıp koparmaz yaranı kanatmazsın. durmak zordur. dinlemek zordur. anlamlandırmak zordur. anlatmak zordur. görmek zordur. kalmak zordur. gidersin. sen gidersin; geride hayalini kurduğun deniz kıyısındaki iş yerleri kalır, semtler kalır, altında yürüdüğün güneş kalır, kıyısında yürüdüğün deniz kalır, koklamaya çalıştığın çam ve yosun kokusu yerine kokladığın egzoz kokusu kalır. gerçekten gittiğinde bir gün o güneşin seni nası güzel ısıttığını fark edersin. evinin olduğu semt de iyidir hani. senin işinden iyisi mi var ulan? deniz güzeldir, işin gerçeği ankara'yı deniz bile kurtarmaz. bu da işin doğruya doğrusudur. bugünün yarınları var diye içip ceylan gibi sektiğin o dönemin sonunda... beklediğin an gelir. bir gün uyanırsın ve yarın olmuştur. sen hoşçakal der sırtını sağlam bir zemine: kendine yaslarsın.

18 Nisan 2012 Çarşamba

disko topunu andıran minik bir maymun.

kimlik değiştirmeden önce yazdığım blogu takip etmiş olanlar bilirler. en çok bahsettiğim iki şey ablam ve michael jackson idi. ama en çok da beni michael jackson ile tanıştırmış olduğu gibi, bugün hayatımda çok değerli olan bütün o şeylerle beni tanıştıran ablamdır en çok bahsettiğim şeylerden biri.

zaman zaman disko topu, zaman zaman zamansız çıkagelen bir kahır und der bela, bazense insanı evinde hissettiren bir çeşit kuş gibidir. oldum olası kendisini kendime örnek almışımdır. akıllı bir çocuk olduğum için genelde hep onla ilgili iyi şeyleri örnek almışımdır. genetikle bulaşan birkaç probleminde aramızda lafı olmayacağına yıllar önce karar verdik. genetik bir atık olduğum gerçeğiyle beni barıştıran ve kendimi bu halimle bana sevdiren insanlardan biridir o. balina yutmuş baykuş gibi göründüğüm dönemlerde bile arkadaşlarına ne kadar güzel bir kardeşi olduğunu anlatan anlaması imkansız bir kişiliktir o. beni hiçbir zaman şişman olduğumu anlayamayacak kadar farklı bir gözle görebilmiştir nasıl yapabildiyse. benim onu görme şeklimse tamamen şaşkınlık uyandırıcıdır.

henüz orta okulda iken bir gün bir rüya gördüm. o zamanlar sevgilim olduğunu zannettiğim hollywood starı robert downey jr. ablama aşıktı. ablamla sevgili oluyorlardı. ben bunu öğrenince çok üzüldüğüm için de ablam ondan ayrılıyordu ama bu üzüntüye dayanamayan robert ablama bir mesaj atıyordu. mesajın ne olduğunu bilemiyorum tam o sırada kan ter içinde uyandım. her şey tamamdı, problem yoktu. yatağımdaydım, evimdeydim, ablamın odasının kapası kapalıydı - demek ki robert'ın yanında değildi (sanki öyle bir imkan varmış gibi) - yani her şey yolundaydı. içim birazcık da olsa rahatlamış şekilde odamdan çıkıp tuvalete doğru yol aldım. tam ablamın odasının önünden geçiyordum ki bir mesaj sesi geldi...beni tanıyanlar bilirler. arada bir en kral delinin yapmayacağı şeyleri yaparım. tekme ile ablamın odasının kapısını açarak içeri daldım ve bağırmaya başladım. güvendiğim dağlara kar yağmış, ablam robert'la işi pişirmişti. işte benim ablamı görme şeklim buydu. o benim hayallerimde bile sevgili olamıycam kadar müthiş erkekleri parmağının ucunda oynatabilecek kadar yükseklerdeydi. benim hiç çıkamayacağım kadar yüksek şatolarda salına salına gezinen ve bu hayatta yapamayacağı hiçbir şey olmayan, çok zeki ve çok güzel bir şeydi. içten içe güvenimi asla kırmayacağını bilsem de onu gördüğüm bu "benim ablam istediği her şeyi elde edebilecek kadar güçlü biridir." düşüncesi, güvenime ağır basmıştı. dışarıdan bir garip gelse de bu ablamı ne kadar büyük gördüğümü gösteren olaylardan sadece biridir. 

en şişman zamanımda heveslendim diye şeklinin bozulacağını bile bile tüm kıyafetlerini bana giydiren bir çocuktur o. dokunsalar ağlayacak gibi olduğumda haydi bir makarna yapıp türk filmi izleyelim demeyi akıl edebilecek tek insandır. yanında kolamı soğuk servis etmeyi de ihmal etmeyecektir üstelik. bazen iyi bir şey yaptığını sanarak olmayacak işler yapsa da şapşal şapşal bakıp ne yaptığını anlamaya çalışırken o, benim "aman ya gene kızamıycam, gene bilmeden yapmış sersem" diyeceğim o insan gene benim ablamdır. 

tüm bu gücüne rağmen bazen etten kemikten var olduğu gerçeğiyle karşılaşınca yerle bir olacak kadar kırılgan ve minik olan o insan da benim ablamdır. bildiğin o sevimli minik maymunlar gibi etrafında neler olduğunu anlayamayan ve ilk sarılana kollarını dolayıp kendini güvende zanneden o küçük kadın benim ablamdır. insanın kardeşinin / ablasının olmasının en güzel yanlarından biri de çok yalnız hissettiğinde bir gülyabani, hayalet veya uzun bacaklı korkunç bir yaratığa muhtaç olduğunu hissedecek kadar kimsesiz kaldığında; içten içe yanında her zaman o bir kişinin olacağını bilmektir. iyi ki varsın minik maymun!


10 Nisan 2012 Salı

organ nakliyle akıllanılmıyor.

ben günlerin arabesk köpükleri arasında boğulurken biliyorum ki boris daha asortik köpüklerde yüzüyor. tanımayanlarınız için boris'i biraz anlatayım. boris, anlattığı şey ne kadar akla ve mantığa ters geliyorsa o kadar inandırıcıdır. anlamak güç ama inanmak kolaydır. çocukluğumdan beri havalı olmak istemişimdir ama nasıl doğduysan öyle büyüyorsun sanırım. gönül isterdi ki çok havalı olayım, dinlediğim müziklerle bir nesli kendime hayran edeyim, yazdıklarımla bir yüzyılı şaşkına çevireyim, duruşumla heykel traşları kendinden utandırayım, doğal güzellikleri küstürüp, doğal felaketlerin ağzının suyunu akıtayım ama halkımızın sık sık dile getirdiği gibi "olmayınca olmuyor şekerim".

ablam bana kırosun ama para sende diyor. ablam benim kıro olduğumu düşünüyor. çoğunlukla arkadaşlarım da kıro olduğumu düşünüyor. sıpa olduğumu düşünenler de var. tipsiz olduğumu düşünen de var. o halde ben kıro muyum?  ben ne zaman aşık olsam biraz daha arabesk olurum. ben ne zaman aşkımdan olsam daha bir kıro olurum. ne zaman bir aşkı daha yok etsem, yollara dökülürüm. "daha yeni yok oldu, fazla uzağa gitmiş olamaz". ama bu işler böyle olmuyormuş. hemen oradan bir mahalleli bana der ki: "-olmayınca olmuyor evladım, zorlama". mahalleliyi dinlemek adettendir, evime döner hisli bir şarkı açarım. yanık bir şekilde söyleyerek, yeni kıroluklara yelken açarım. en çok da istikrarıma hayranım. bilsen sen de olurdun.

annem her zaman elmayla armudu karıştırmayacaksın der. ben bugüne kadar o kadar çok şeyi karıştırmışım ki nasılsa midede hepsi birleşiyorlar diye, şimdi anlıyorum hazmedilmeyecek şeyleri güzelliklerle karıştırıp öğütmeye çalıştığımı. göğsümde oturan fillerle arkadaş olmaktansa onları doğaya salmanın daha ulvi bir hareket olacağını daha yeni fark ettim. öğrenmenin yaşı yokmuş ya, bükemediğim eli öpmektense hiç olmazsa bir iki parmağını kırabileceğimi daha yeni öğrendim. parmaklarımın en olmaz olmuş insanlar tarafından kırıldığını fark ettiğimdeyse, adımı deliye elimi çalıya verdim. şimdi doğayla bütünleşik mutlu bir hayat sürüyorum. her kırılan parmakta bir organ bağışı beklersem, ömrümün sonuna kadar bekleyeceğimi fark etmem güç oldu ama geç olmadı. beklemiyorum yenilerine alışmayı, hayatımdan geçen sürüngenlere uyum sağladım. kopan parmağın yerine yenisini çıkarıyorum!

bindiğim tren son sürat gidiyor, arkamdan bakmaya korkuyorsun mahalleli sana öküz benzetmesi yapacak diye. tek korkun buysa için rahat olsun, benzetmeler yapılanları betimleyemiyor bile çoğu zaman.

bu erik mevsiminde, bir gün onların kızarıp buruşacağını tatlanacağını düşünmeyeceğim. bu sefer kızarıp çürüyene kadar keyfini çıkarıcam. içindeki kiri pası atabildiysen eğer, sana tavsiyem aynısını yapman. gidenin arkasından ağlanmıyor. bu giden erik bile olsa...

3 Nisan 2012 Salı

insanlar biçim biçim, gerdiler beni o biçim.

doğduğum günden beri sinirli olmam mümkün. sinirli olunmaz sinirli doğulurun canlı örneği gibi bir şeyim. doğduğumda neye sinirliydim bilmiyorum ama doğduğuma doğduğum an pişman olmuş olabilirim. kendimi azıcık tanıyorsam önce doğar doğmaz üşümüş, sonra bir grup yabancının çıplak götüme bakmasından rahatsız olmuş, akabinde de kalabalıktan fenalık geçirip çok sinirlenmiş olmam çok olası. boşaltın ulan şu ameliyathaneyi, yeni doğduk dimi burda diye bağıramadığımdan muhtemelen daha da çok sinirlenmişimdir.

annem her zaman sinirli ve öfkeli olmanın insanın en çok kendine zarar vereceğini söyler ama söyle anne ben nasıl sinirlenmeyeyim? etrafta bunca gerizekalı, bunca hiçbir iş beceremeyen, söylediğini ancak 9. defada anlayan, haydi işi yapabilmesinden vazgeçtim senin yaptığını anlayamadığından iş yapmadığını zanneden bunca angutbettin varken ben nasıl sinirlenmeyeyim? durum böyle olunca bazen o kadar sinirlenebiliyorum ki o an medyum memişin keko'ya saldırışı veya sevda demirel'in hande ataizini ne dedin sen ne dedin sen diye dövüşü bana o kadar da anlamsız gelmiyor. öyle ki her gün en 45 kere ayakkabımı çıkarıp birinin ağzına vurup, mal mısın laaaaaaaaaaan diye bağırasım geliyorken bir sevda demirel'in o kadar delirmesine şaşırmam. bir kere o doğuştan madur. o kadar memem olsa ben de her daim o kadar sinirli olurum. sürekli bel ağrısı, ağzının suları akan gerizekalılara sürekli maruz kalmak, yemek yemek amaçlı tabağına eğilmeye çalışıp bir türlü yeterince eğilememek ve meme engeline takılmak. o zorlu hayat sonucunda, o memelerle ben olsam ben de herkesi dövmeye çalışırım.

şu 1 paragrafta bile o kadar acaip insanların adı geçti ki durup dururken. bir de gün içerisinde hayatımızdan gelip geçen sürüyle insan oluyor. insanlar biçim biçim, gerdiler beni o biçim adlı şiirimi yayın evlerine yollayasım geliyor hemen. tüm bu günleri topladığın zaman bir bakıyorsun ki aslında bugüne kadar başardığın en büyük şeyin, akıl sağlığının bir kısmını yutup ihtiyaç duydukça geviş getirerek kullanıyor olman olduğunu anlıyorsun.

gün içerisinde insanın sinirini bozan bir sürü şey olabiliyor. çalıştığın yerin danışması, telefon eden laftan anlamazlar, yaptığın işi anlayamayan çalışanlar, son anda iş kitleyen patronlar, siparişi doğru alamamaları için özel seçilip işe alınan insanlar, dolmuştaki vatandaşlık görevlerini ziyadesiyle ciddiye alan teyze, gençlerin giyim tarzıyla ilgili kendine gereksiz sıkıntılar yaşatan gergin amca, bir şey söylemese de kokusu yeten insanlar... aha bak şimdi bile bunaldım, bulandım, terledim, soluklanamadım.

doktorlar stresten uzak durarak ve yediklerimize dikkat ederek daha uzun yaşayacağımızı iddia ediyor. patronum iş yerimizi daha huzurlu bir hale getirmeye çalıştığını söylüyor. bir de ev telefonu daha az çalsa her şey baldan tatlı olucak sanırsın, herkesde öyle bir iyimserlik. oysa ki hala bir yerlerde fettullah gülen diye bir adam var ve hala gülüyor. üstelik o kıkır kıkır gülerken ben sürekli sinirliyim ki bunu düşünmek beni daha da sinirli biri yapıyor. ukrayna'da babaları milletvekili oldukları için 18 yaşında bir kıza tecavüz edip, iple boğup, üstüne bir de battaniyeye sarıp ateşe verip orada ölüme terk eden ve babaları sayesinde beraat ettirilen insanlar var. fokları öldürüp derisini kullanan insanlar var. köpeklere eziyet eden, kedileri öldüren, kuğulu parktaki kuğulara tecavüz eden, hala michael jackson'ın arkasından konuşan insanlar ve ailesini geçindirmesi için çalışanına 500 tl veren patronlar var. önce gençleri gelecekte işsiz kalmamaları için üniversite okuması gerektiğine ve bunun için olağanüstü stres yapması gerektiğine inandıran, sonra da bu gençleri yarış atı gibi yetiştirmeleri gerektiğine ailelerini inandıran bir sistem var ve bu sistem 17 yaşındaki insanların sınav öncesi kalp krizi geçirip ölmeleri için muazzam çaba harcıyor.

iyi olmanın yetmediği, doğru olmanın yetmediği, güzel olmanın yetmediği ve neden gerekli bilmiyorum ama garip bir şekilde zayıf olmanın yetmeyip mankenlerin açlıktan öldüğü bir zamanda yalnızca iyi, doğru, güzel ve balık etliyim. doktorumun tavsiyesi nedeniyle sinirlenmiyorum ve stres yapmıyorum çünkü ben bir hindu ineği kadar sakinim. evet öyleyim. evet öyleyim. ayrıca kendimi kandırmakta çok iyiyim.

28 Mart 2012 Çarşamba

adını internettin koydum...

internet kullanımında yeni bir noktaya ulaşmak üzere olduğum şu günlerde beklentilerim de iyice arttı. sapık gibi insanların resimlerine bakıp, kim kime ne demiş, hangi video kim tarafından beğenilmiş, kim kime küsmüş, kim kimi silmiş gibi birçok gereksiz ayrıntıyla stalker ruhumu beslerken fark ettim ki artık bunlar bana yetmez olmuş.

gönül ister ki internet kullanırken iç butonu olsun ekran bana bira sıksın, bir ye butonu olsun salçalı makarnamı yanında yoğurt ve cola zero ile servis etsin, efendime söyliyim döv butonu olsun benim yerime lüzumsuz insanlara pençe atsın filan. bunların çok gerçekçi istekler olmadığını bilsem de yalnızca insanları sapık gibi takip etmek yetmemeye başladı. haber sayfalarını okurken dedikodu sayfaları bulmaya, yanlardaki kabus reklamlardan elbise satan sitelere geçiş yapmaya, blog okurken blog yazarının anası, danası, sülalesine kadar bilgi toplamaya başladığım bugünlerde beni ıslah edecek yeni bir oluşum istiyorum. internetten karı kız download etmeme ramak kala, yalnızca film ve müzik indirme çabalarım devam ediyor. 

çocuğum olursa birgün adını internettin koymaya karar verdiğimi herkesten sır gibi saklıyorum. beni garipseyeceklerinden değil fikrimi çalacaklarından korkuyorum. internet icad olalı noter tastikli psikopatlık diye bir şey de kalmadı. herkes her şeyi kendinin gibi kullanırken noterler ne yapıyor? ben noteri en son istenmediğime dair eski sevgilimden noterden tastikli belge istediğimde kullanmıştım. o gün bugündür daha da önünden geçmem mendeburların. 

internetten iş aramak diye bir şey de var mesela. kariyer.net'te bir başarı öyküsü altında verilen mutlu insanlar. tek hayali callcenter'da çalışmak olanlar, doğduğu günden beri mağaza yöneticisi olmak isteyenler, iş aramaya başlayalı 3 gün olmuşken züccaciyeciden aranıp çağırıldığını ve o günü hayatı boyunca unutmayacağını, bu sebeple de internete şükran borçlu olduğunu anlatanlar. ben de internetten belamı buldum mesela 2 sene önce bu zamanlar. şimdi her ne kadar kurtulduğuma sevinsem de internetin insanın başına örebileceği çoraplar diz üstü. 

bunun yanında internet yüzünden bir gün korkunç ve acılı bir şekilde öldürüleceğimize inanan ebeveynler var tabi. her siyah saçlıyı kore filminden fırlamış yeşil dişli yosunlu manyak kız çocuğu zannederken ben, annem tecavüzcü zannediyor mesela. satanist, manyak, sosyopat, psikopat olmaları da cabası. aile büyüklerinde komplo teorisi mantık sınırlarını zorlayan düzeylere yıllar evvel ulaşmışken, birçok genç kız da tüm o siyah saçlı oğlanların kendilerine aşık olduğunu zannediyor. işte jenerasyon farkı böyle bir şey sevgili okurlarım. 

beni okumanızı sağlayan internete burdan selamlarımı yolluyorum. her ay alamadığın hizmet için bayıldığın para yanında internet yoluyla insanların gözlerine ve bilinçlerine pislemek paha biçilemez. iyi günler dilerim. şaka lan şaka. internetten okudum dünyanın sonu geliyormuş.

11 Şubat 2012 Cumartesi

merhaba doğan güneş, merhaba çocuk kardeş.

hayatım boyunca şiddete meyilli oldum. kah kitle katliamı hayalleri kurdum, kah çok daha özel ve spresifik planlar yaptım. toplamına bakıldığında yarattığım birkaç minik facia hariç şiddet suçu işlemedim. alkol kötülüklerin anası, şiddet de babasıdır ancak ben ikisini de öz anam babam gibi severim. ailenin bir parçası olarak ben, önce alkol alıp sonra şiddet uygulamayı severim. sevenleri birbirinden ayırmak uygunsuz olabilir diye düşünmüşümdür her zaman.

yaradılış olarak tehlikesiz bir tipe sahibim. yanaklarım kırmızıdır, ekvatorda şişkin kutuplarda basık olan kendime has geoid bir şeklim var. genellikle üzerimde delici, kesici, öldürücü maddeler bulundurmam. beynimden başka kesici ve delici malzemem olmadığı gibi silahsız sayılırım. öyle her şeyi bir çeşit ölüm makinesine çevirebilecek zekaya da sahip değilim zaten. dolayısıyla silahsız ve tehlikesizim. sözü her zaman kendime getirdiğim için beni ben-merkezci, bencil ve bunun gibi aklıma gelmeyen sıfatlarla özdeşleştiren insanlar olabilir dışarlarda bir yerlerde. ama bir bilir kişinin söylediğine göre " the truth is also out there" ama biz daha öğrenme şerefine nail olamadık. neymiş ki o? dolayısıyla çok da şeyime mualla, ben kimin böyle düşündüğünü saptayamadıktan sonra.

minik bir güneş görür gibi oldum. bayramlıklarımı giyip, en kırmızı ayakkabılarımla sokaklara dökülmeme ramak kaldı. her karanlığa battığımda artık beni bir tek güneş kurtarmaya yetmez dediğimde, kandırıkçı da olsa bir güneş yükseliyor. tamam belki sıcak vermiyor ama ışık veriyor. o karanlıkta kalmış olan, nadasa yatmış güzellikler ortaya çıkıyor. seni en çok da böyle zamanlarda düşünüyorum. karanlıkta kalmış olman güzel oluyor ama aydınlanan o güzelliklerden biri gibi kendini göstermeye hakkın yokken, gösteriyorsun. buralar hiç adil değil biliyorum ama her seferinde evrenin bunu yeniden fark ettirerek beni cezalandırmasını doğru bulmuyorum. bana kalkan eller kırılsın istiyorum. bükemediğim eli öpmek değil, koparmak istiyorum. kopardıktan sonra da güzelce pişirip sokaktaki aç yavrucaklara yedirmek istiyorum, barınaklara bağışlamak istiyorum. şiddeti seviyorum ama uygulamayı beceremiyorum. kendimi olduğum gibi seviyorum, sen de dene. bu şeklimle sevildiğimde tadımdan yenmiyorum. pek çok kez kendimi hazmedemeyip, yemekten vazgeçtiğimden iyi biliyorum.

şiddetli geçimsizlikle terbiye edildim edileli, geçim kaygısı gütmüyorum. her bir daha güneş çıksa bile beni mutlu etmeye yeter mi diye düşündüğümde bana görünüp göz kırpan bu güneş var ya... sanırım beni en çok o seviyor. o yüzden uzak duruyor, o yüzden çok göstermiyor kendini. ne zaman umudumu kessem çıkageliyor. biliyorum beni en çok o seviyor. hiç gitmese istediğin herkes gibi o da zaman zaman gidiyor ama biliyorum o da beni hiç bırakmak istemiyor. deniz yokken yosun kokutuyor etrafı, orman yokken çam kokutuyor, ananem yokken kayısı marmelatı kokutuyor, dedem yokken lavanta kokutuyor. biliyorum beni en çok onlar sıcacık seviyor.

4 Şubat 2012 Cumartesi

anneeeeee bitttiiiii!!!!

küçükken annem ekmekten bir parça koparıp üstüne küçük bir peynir parçası koyardı. onun üzerine de zeytinin çekirdeğini çıkarıp koyardı. hep bir mucize yaratmış gibi gelirdi bana. bir gün çocuklarım olacağını ama asla zeytinin kabuğunu çıkaramayacağımı düşünürdüm. allahım benden ne köy olurdu ne kasaba. içten içe her kahvaltıda derdim biraz daha büyürdü. annem o zeytini her parçalamadan çekirdeğinden kurtarıp mideme sunduğunda, biraz daha zor gelirdi bana gelecek. her şey biraz daha büyürdü gözümde.

diğer bir beni ümitsizliklere sürükleyen durum ise annemin hiç suyunu akıtmadan portakal soyabilmesiydi. kadın bir lokma suyundan dökmeden bana tabağa koyar verirdi, ben yerken şakır şakır akıtır yapış yapış olurdum. o zamandan belliydi. aile kurmak bana göre değildi. ben çocuğuma bir parça ekmek, peynir ve çekirdeksiz zeytinden oluşan o minik sandviçten yapamayacaktım hiç ve suyunu akıtmadan portakal soyup yediremeyecektim. beni nasıl bir gelecek bekliyordu?

ömrüm boyunca sürekli bir şeyleri yanlış yaparsam korkusuyla yaşadım. ya küçücük çocuğa çekirdekli zeytin verip boğulmasına neden olursam? ya hiç portakal soyamazsam, annem hiç mi ayıplamazdı? bir gün hiç korkmadan karşıdan karşıya geçebilecek miydim? (bunu hala becerebilmiş değilim üstelik) uygun renkleri denkleştirip giyinebilmek, bunu hiç yapabilecek miydim? (bunu da hala yapamamış olabilmem yüksek ihtimal) yıkandıktan sonra ıslak saçım hasta etmesin diye annemin benim kafama bağladığı gibi o tülbenti ben hiç bağlayabilecek miydim? annem tüm bunları nasıl becermişti... git gide her şey içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. daha o zamandan belliydi, ben hiçbir bok beceremeyecektim. besbelliydi. bunları yapabilmem imkansızdı, bunları yapmaya çalışırken hata yapmamsa kaçınılmazdı.

bunların üzerinden geçen 20 sene içerisinde geldiğim şu noktada ise beni endişelendiren yapmam gereken o hataları yaptım mı sorusu. 25 senelik hayatımı sadece endişelenerek ve hata yapmaktan korktuğumdan hiçbir şey yapmayarak mı geçirdim? her kahvaltı masasında gözlerimi kocaman açıp becerikli annemi izlerken, 20 sene sonra bırak zeytinin çekirdeğini çıkarmayı, hala annemin zeytini nasıl öyle mükemmel çekirdeğinden ayırdığını düşünüyor olacağımı düşünmüş müydüm hiç? herkes aile olurken, benim endişelenmem gereken daha birçok farklı şey varken, endişelerimin en büyüğü zeytinin çekirdeğini çıkarmak ve banyo sonrası tülbent bağlamak. neyse ki kendi kendime konuşma özgürlüğüne sahibim de kimse ulan zeytinin çekirdeğini çıkaracağın adam yok etrafında diyemiyor.

yürümüş olduğum yolda önüme çıkan toz toprak bugüne kadar beni durduramamış olsa da, devam edip her zaman yapmam gerekenleri yapmış olsam da, önemli bir durum olduğunda koşup annneaaaa napıcam ben yeaaaaa? diye anırdığımda anlıyorum ki daha olmamışım. daha o zeytin mükemmel çıkmaz yerinden, o tülbent de bağlanmaz kolay kolay. ben hala annemin kullandığı margarini kullanıyorum bile diyemiyorum çünkü annem yemek yapmazsa ben kendim yapamıyorum. kendime göre devamlılığım olumlu, inadım inat kıçım iki kanat, ortalamanın üstünde başarılı bir çocuğum ama daha olmadım. bunu içten pazarlıklı müşteri hizmetleri beni aradığında fark ettim. ben hala onlarla baş edemediğimden "kendisi burada değil, ben evlerinde çalışıyorum. telefonunu evde unutmuş" diye taklit yapıyorum.

şu hayatta pek çok şeyden korktum. kabuslarımdan, çok kıllı insanlardan, kokan insanlardan, dişleri sarı insanlardan, yalancılardan, hiç yalan atmayanlardan, herkesi seven insanlardan, ne istediğini bilmeyenden, ne istediğini bilip almak için her şeyi yapabilecek insandan, zeytin çekirdeği çıkaramamaktan, reçel yapamamaktan, banyo sonrası tülbenti bağlamayı öğrenememekten, müşteri hizmetlerinden, aşktan gözü dönmüş insanlardan, hiç aşık olmamış insandan, yeterince başarılı olamamaktan, yanlış yolda gereğinden fazla ilerlemekten ve bunu yolun sonuna gelene kadar fark etmemekten, cehaleti gözünü kör etmiş kişilerden, cehaletiyle gurur duyandan, yaşadığı sahte mutluluklarla seni karşı duvara çivilemeye çalışanlardan, istemediği bir hayatı isteyerek yaşadığını kanıtlamaya çalışan insandan, var olmak için minik insanların arkasına sığınıp kocaman görünmeye çalışan insanlardan, gülmeyi bilmeyenden, ağlamayı bilmeyenden... sayabileceğim daha milyonlarca şey var beni korkutan ama şunu içtenlikle söyleyebilirim ki beni en çok korkutan şey bir gün annem gibi bir insan olamamak ve eğer bir gün onun gibi bir insan olabilirsem ve o bunu görmek için burada olmazsa... işte bunu düşünmek beni korkutmakla kalmıyor, bir daha düştüğüm yerden kalkamayacağım kadar dehşete düşürüyor. o yüzden iyi ki varsın kadın!

29 Ocak 2012 Pazar

bazen bir ayakkabı beni barbaros şansal kadar korkutabiliyor.

bugün ne giysen?

bugün üzerine çok uzun zaman önce kaybettiğin insanlığını giysen mesela. bir zamanlar çok güzel yapmış olduğun insan taklidini yapsan. beni kandırsan istiyorum. o insan kostümünü giyip beni kandırdığın günleri özlediğimden değil, insan olamasan bile insan taklidi yapabilicek kadar içinde iyilik kırıntıları olduğu düşüncesini özlediğimden. bugün evden çıkmadan en şık insanlığını al üstüne ve gururla yürü kalabalığın arasında. göründüğün gibi olduğunu sanmalarını sağla. sandıkları kadar iyi bir insan olduğunu ummalarını sağla. eğer bir şekilde rast gelirsen bir gün, senden rica ediyorum insanlığın gerçeğini derinlerinde bir yerlerde bulursan üzerine giy ve çıkarma. eminim sana çok yakışır, taklidi bile bu kadar yakıştığına göre...

bugün ne pişirsen?

bugün, küçükken duygusalken dinlediğimiz o şarkıyı anımsatan bir şey pişirsen mesela. neydi "gitmeden bir parçanı bırak" gibi bir şeyler diyordu. geriye kalan o parça hangi parçaysa pişir de yiyelim bebişim. insan etinin çok lezzetli olduğunu iddia eden bir sürü yamyam seri katil ve yine onlar kadar acaip yamyam cuisine'ler var. çok acıkırsak ben bütün anıları çöpe attım, sen de çocukları pişir yiyelim. taze et gibisi yok diyenler de var.

bugün ne giysem?

bugün üzerime umurumda değil bakışımı giydim uyanır uyanmaz. umursamaz bir şekilde etrafta dolanıp, çok lezzetli bir omletle umarsızlığımı taçlandırdım. kirlenmiş saçlarımı herkesi kandırabilecek kadar ustaca toplayarak temiz taklidi yapmasını sağladım. bugün beni eleştirenlere kızmadım, cevap vermedim, hayatıma biraz daha devam ettim. neye kızdım biliyor musun? eve gelen misafirlerin kedimin yanında sigara içip, onun minik akciğerine zarar vermelerine ve onu kıraathane kedisi gibi kokutmalarına kızdım. bence haklı bir serzenişte bulunuyorum şu an burada. kızgınlığım umursayanlara değil umursamayanlara. bugün arka plana bir şarkı koydum, o çaldıkça duyarsızlaştım, o çaldıkça alıştım, o azaldıkça ben çoğaldım. bütün bu insanlığı unutmalardan, umursuyor taklidi yapmalardan, verdiğim değer dağlara taşları oynattı ama yaranamadım saçmalıklarından uzaklaştıkça çoğaldım.

ben eleştirinin yapıcısını, yemeğin salçalısını, kadının kalçalısını, çocuğun benden uzak olanını, güneşin ısıtanını ve modayı takip etmeyi severim. moda, insanın kendisine yakışanı giymesidir. giy insanlığını, çıkar at gözlüklerini, beynini hesaba kat, hayatta kalmak için insanları suçlamana gerek olmadığını iyi kavra. sana insanlık çok yakışır, sen de sana yakışanı giymeyi dene. yaparsan gerçekten güzelleşebilirsin, 12 kadehten önce bile güzel görünebilirsin.

10 Ocak 2012 Salı

top yuvarlandığı kadar top ve sen sevgilim orospu çocukluğu yaptığın kadar sensin.

her aşkın iki tarafı olur.

her aşkın bir özgesi vardır. dışarıdan her şeyin suçlusu görünür bunlar. tanıdığım çoğu arkadaşımı canından bezdirmiş bir özge vardır. lanet ve pislik görünüşünün altında altın gibi bir kalbi olan insanlardır bunlar. türk filmlerinden fırlayıp girerler insanın hayatına. ve hayatına girdiği dakikadan itibaren orada takma kirpik, gözyaşı, sevgilisine kavuşamazsa ölecek hastalığı, boğazda denize karşı güneşin altında yürüyüşler, minik mutluluklar, sevdiğin insan için yapılan hatalar ve bol bol hicranlı üzüntülü ajda pekkan şarkısı vardır artık. bunlar ilişki esnasında normal, bitmiş aşk sonrasında var olan tüm akli dengelerini müsait bir yerde indirecek var türde insanlardır. yine de özünde iyi insanlardır. hiç olmazsa insanlardır. o özge ki hangi aşka girerse kıran gibi girer, melankolinin kralı olarak olay mahalini terk eder. önünde saygıyla eğilinmesi şarttır.

her aşkın bir gözdesi vardır. o gözde ki her erkek çocuğunun, her beyefendinin, her zibidinin, her müzikseverin, her bir bok sevmeyenin ve toplamda her tür insanın en az bir kez hayatını karartmış türde bir disko topudur. aydınlığı göz kamaştırırken, karanlığı kendi çişinle hayatta kalmaya çalışmalara kadar götürür insanı. önce seven, sonra çok seven, sonra daha da çok seven, sonra yavaş yavaş gözleri açılmaya başlayan, sonra yandan yandan hastalanmaya başlayan, sonra tekrar gözlerini kapamaya çalışan, bunu daha çok severek  yapabileceğine inanan, bir kere gördü mü bir daha gözlerini kapayamayan, lanet olsun ki gözü bir açıldı mı o güzel beyni hiç durmayan, beyni hiç durmadıkça eli ayağı titreyen bir gözdesi vardır her aşkın. o aşk iltihaplanıp, yeşerip, toksik atık kıvamana gelene kadar gözde o aşkın göbeğinde ceylan gibi sekendir. ne zaman ki anlar ya bir kolunu ya da bir bacağını kesecekler iltihaptan, o ceylan hemen başka bir şehre seker ve yeni hayatına başlamak için hazırdır. kendini kısık ateşte fırına verir. bir dahaki iltihaplanma dönemine kadar gözde yeni serüvenlere hazırdır. hepimize afiyet olsun, yuttuğumuz iltihaplar akabinde.

aşkın taner hali apayrıdır. ölü yüzümü gör bana aşık olma türünde bir insan olmasına karşın, herkes ona aşık olup başına bela olur. ölü yüzümü öp hiç olmazsa diye arkadan ağlayan yemeğe dönüştürebilir insanı. vardır öyle halleri ama farkında değildir. farkındaysa da çok sinsiymiş lan ben hep farkında değil sanmıştım dedirtendir insana. aşkın taner halinde dalgalanmak, takside parayı ödemeye çalışan ama ödemek istemeyen insana dönüştürür insanı. ya istediğin halde bir şeyi yapamayansındır o dakikadan itibaren ya da bir şeyi istemeden yapıp ay ne de çok istiyodum oh canıma concon taklidi yapansındır. bu senin içine sokulduğun durumken, aşıkken taner nasıl olur diye düşünmeden edemezsin. gülyabaniyle çay içmek gibi bir deneyimdir bu. asla yaşayamayacağını bilirsin.

aşkın sözlük anlamı sabadır. iyilik, güzelliktir. yeni bir dini keşfettiğine inanmak, hatta daha sonra da o dine inanmaktır saba ile aşk show. aşkın bu hali hayır diyememektir, hiç hayır dememiş olandır, hayır demeyi bilmeyendir. insanları o kadar kırmak istemez ki sen de beni seviyor musun? diye sorsan belki evet bile diyebilir. hayır diyemediği için sevdiğinin zannedilmesi haricinde onun bir sevmesi vardır. dostlar başına. seni sevdiği zaman kaybetmek istemeyeceğin türde bir şeydir. gerçekten sevdiyse zaten hiçbir zaman da kaybetmeyeceksindir. bunu bilirsin.

aşkın sentezlenmesi diye bir şey vardır. uyumu sağlamazsan kitleyi imhaya kadar gidebilir bu tehlike. özge ile gözdenin aşk yaşaması ihtimalini örnek alalım bir dakika için. özge gelir, gözdenin hayatına girer, aşkı bir gün dağlara yazarken, öbür gün tuvalette bir gün önce içtiklerinle kusarak yazarsın yerlere klozetlere. gözyaşı, iltihap, kan, vahşet, dehşet, ihtiras, üstelik kara melek reklamı değil. bir daha düşündüm de bir dakika için filan bile olsa hiç böyle bir şey düşünmeyelim. demek kardeş olmalarının bir sebebi varmış...

aşkın kuş hali. sevmekten nefes alamayandır bunlar. nefes alamadığı hızla nefes aldırmayandır daha önemlisi. seviyor musun? o halde varsın ve mağara adamısın türüdür bu aşkın. ilk başta anlamaz sevdiğini, saçını çektiğinde anlamıştır ilk kez, sonra sevmeye devam eder, sonra kendi zihninde o aşka bir gelecek çizer, sonra o gelecekte bulunacak figuranları belirler, o gelecekte var olacak hava durumunu bile belirlemiştir, sen daha güneş ne güzel, ay kuş uçtu, bak yosun koktu diye etrafta sevinirken. bundan sonra aşkın özge halini anımsatır ve akıllara şu lafı getirir: "beterin beteri varmış". evet arkadaş aşkın kuş hali beterin beteridir. deyneği götünüze sokasınız filan gelir. o derece delirebilir aşıkken bu kuş. o yüzden siz siz olun bir kuşla aşk yaşayacaksınız, kuşla beslenen bir ırktan geliyor olun yoksa o kuş sizi çıtır çıtır yiyebilir. kara dullara öneririm bu aşkı. kim kimi daha evvel yiyecek yarışlarıyla aşk hayatlarına heyecan ve ihtiras katabilirler.

birbirleriyle kombine edilemeyecek milyon türün birbirine aşık olup üreyerek, daha da korkunç bir yer haline getirdiği bu dünyada hala akli dengesini kısmen elinde tutan, çoğu insanın zaman zaman da akıllı bir insan olarak tanımladığı bir insan olarak ben, şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki aşkın birçok haline ve işleri bu denli garip hallere getiren insanların birçoğuna saygı duyuyorum. anlayamadığım ve saygı duyamadığım ama yine de yargılamamaya çalıştığım bir şey varsa o da aşkın "aşkımmmmm her şeyimmmmmmm seni çoooook seviyorummmmm" halidir. bana göre bu aşkın müsait bir yerde ölecek var halidir.