21 Kasım 2014 Cuma

hüznünüz isyan olmuyorsa, bırakın gitsin.

ilk kez bugün sabah mukaddes gezmiş'in ölüm haberi ile birlikte verilen "sonunda denizine kavuştu" cümlesiyle tam anlamıyla farkına vardım ölümler konusunda içimizi rahatlatmak için neler yaptığımızı.

örneğin bu resmi ilk gördüğümüz zamanı hatırlıyorum:



nasıl da sevinmiştik hepsi birbiriyle el ele diye. "en azından" orada yalnız değiller diye düşünmüştük. hele berkin'i ethem'in sırtında görünce, nasıl da abilik yapar şimdi ona, hiç yalnız bırakmaz diye düşünmüştük. berkin'in aldığı ekmeği de taşır, berkin'i de çünkü ethem onların abisiydi. içimiz rahattı çünkü birbirlerine sahiptiler orada. 

veya odtü ormanını dımdızlak ettiklerinin akşamı ahmet atakan'ın ölümünü duyduğumuzda, nette dolaşmaya başlayan resimlerde kesilen ağaçların arasından deniz ve arkadaşları ahmet'i yanına alıyordu. içimiz rahatlamamış mıydı? 

hayatta kalma adaptasyonumuzun oldukça yüksek olmak zorunda bırakılması başkasını bilemiyorum ama beni çok sinirlendiriyor. sen kadının oğlunu gencecik yaşta as öldür, sonra ben bilmem kaç yaşında öldüğünde "sonunda oğluna kavuştu" diye huzur bulmaya çalışayım. sen 14 yaşında çocuğu komaya sok, 16 kiloya kadar düşerek ölsün, annesi babası cehennemi yaşasın; ben öldüğünde zaten hali hazırda ölmüş birileri var orada onu bekliyorlardır diye içimi rahatlatmaya çalışmak zorunda kalayım. tüm kameraların önünde "çektim sıktım 3 tane" diyip gencecik adamı öldüren polise 4 yıl, buna itiraz eden ailesine 10 yıl hapis cezası iste, ben "en azından" düşünceleri ve özgürlüğü için savaşırken" öldü demek zorunda kalayım. 

dedemin ananemin yanına gitmiş olması ihtimali veya diğer tüm düşündüklerimin olması ihtimalini düşünmek içimi rahatlatsa da bu insanların öldürülmüş oldukları gerçeği hiçbir zaman yok olmayacak. evlenmeden önce düşündüğüm şey şuydu: onlar artık hiçbir zaman sevdikleri biriyle yaşlanamayacaklar benim aksime. bunu bilerek insan nasıl rahat uyuyabilir ki?